Finans ve sermaye piyasaları bağımsız hale getirilen ülkeler ani sermaye hareketi ile çökertilmekte; finans piyasaları dibe vuran ülkelerin ekonomileri de battığı için, devreye IMF ve Dünya Bankası girmektedir. Böylece yapılan sözde yapısal reformlarla ülkelerin kaynakları global firmalar tarafından talan edilebilecek hale getirilirken, siyasi olarak da dışa bağımlı hale getirilmektedirler.
Finanssal krizler, değişik mekanizmalar devreye konularak çıkartılmaktadır. Bütün bunların olabilmesi için, her şeyden önce o ülkeye sıcak para giriş ve çıkışının önündeki engeller kaldırılmakta; döviz fiyatlarını belirlemede yetki, piyasa aktörlerine teslim edilmekte,hisse senetleri borsası devreye konmaktadır. Örneğin, borsaya zaman içerisinde yavaş yavaş giren yabancı sermaye, borsanın değerini her gün yükselttiği için, yerli aktörlerin borsaya yönelmesine sebep olmaktadır.
Günlük işlem hacmi sığ olan bu piyasalarda zaman içerisinde kontrolü ele geçiren global sermaye sahipleri, ellerindeki portföyü sattıklarında hem ciddi oranlarda kar elde etmekte, hem de borsada yaşanan büyük düşüşler bütün sermaye piyasalarını ve ekonomiyi çökertmektedir.
Veya dışarıdan gelen döviz, yerli paraya çevrildikten sonra devlete “iç borç” adı altında satılmakta; böylece hem faiz geliri elde edilirken, hem de döviz arzından dolayı fiyatlar baskı altına alınmaktadır.
Zaman içerisinde tekrar dövize dönüldüğünde ise, hem düşük kurdan, hem de yüksek faiz gelirinden kâr elde edilmektedir. Böylesi bir tersine dönüş ise, o ülke ekonomisini bir anda çökertmektedir.
Yahut ta, ülke içerisinde satış yapan global şirketler, topladıkları yerli parayı –ki büyük miktarlardadır– spekülatör yabancı bankalara yatırmakta; o bankalar da ellerindeki yüklü miktarda yerli para ile bir anda dövizi yükseltip düşürebilmektedir. Aynı zamanda finans piyasalarına da hakim olan yabancı bankalar, içeride topladıkları yerli mevduatlarla dabunu yapabilmektedirler.
Finanssal kriz çıkarmanın o ülkenin sermaye yapısına göre bir çok değişik yöntemi daha bulunmaktadır. Liberal–kapitalist anlayışlar, ülkelerin finans yapılarını dış saldırılara karşı korumasız hale getirdikleri için, devletlerin bu türlü krizlerle dize getirilmeleri çok kolay olmaktadır. Ancak Sosyal Devlet/Milli Devlet yaklaşımımızda uygulanacak olan Milli Ekonomi Modeli ile, hem finans ve sermaye piyasaları bağımsız hale getirilmekte, hem de devletlerin bu tür entrikalarla çökertilmesine müsaade edilmemektedir.
Çıkartılan birkaç finanssal krize örnek verirsek; Aralık–1973 İngiltere Bankacılık Krizi, Haziran–1974 Herstatt Krizi, Ağustos–1982 Uluslararası Borç Krizi, Aralık–1986 Bono Krizi, Ekim–1987 Borsa Krizi–Brezilya Krizi,1994 Türkiye Krizi, 2000 Türkiye Krizi… vb. birçok krizi sayabiliriz. Ancak etkileri açısından bütün dünyayı saran bazı krizleri detaylıca değerlendirmemizde faydalar var.
a– 1997 ASYA KRİZİ
2 Temmuz 1997 yılındaki kriz, Tayland parası “Baht”ın devalüe edilmesi ile başlayarak bütün güneydoğu Asya ülkelerini sardı. Tüm dünyada etkisi hissedilen Asya krizinden hemen önce IMF, krize giren bu ülkelerin ekonomilerine övgüle yağdırıypr, uluslararası değerlendirme kuruluşları bu ülkelerin değerlendirme notlarını yükseltiyordu. Ama krizle birlikte Endenozya’da şirketlerin % 75’i iflas etti.
Güneydoğu Asya borsalarında işlem gören hisseler, yeri ne göre 30 kattan daha fazla değer kaybederek sıfırlandı. Tabi ki bu firmalar bedava fiyatına global firmalar tarafından satın alındı. Endenozya para birimi, bu kriz esnasında dolar karşısında % 600’den daha fazla değer kaybetti. Asya krizinin temelinde “cari açığın dışarıdan gelen maliyetli paralar ile karşılanması” yatmaktadır.
Bu ülkelere cari açığın önemli olmadığı telkininde bulunulmaktaydı. Döviz açığı, yüksek faiz verilerek dışarıdan getirilen ABD dolarının yerli paraya çevrilmesi ile kapatılmaktaydı.
Kriz öncesinde krizi başlatan Tayland’da cari açığın GSMH’ye oranı 1995 yılında % 8, 1996 yılında ise % 7.9, Malezya’da 1995 yılında % 10, 1996 yılında % 4.9, G.Kore’de 1995 yılında %2, 1996 yılında ise % 4.9’du (57).
Sözkonusu ülkeler, uzun yıllar devam eden bu cari açık ile büyük bir borç yükünün içine itildiler. 1996 yılı itibari ile alınan kredilerin toplam miktarı 736.6 milyar doları bulmuştu (58).
Bu krediler kısa vadeli kredilerdi ve yüksek faiz ödeniyordu. Alınan krediler, ihracata dayalı bir büyüme modeli benimseyen Güneydoğu Asya ülkelerinde, firmalar tarafından yeni yatırımlarda kullanılıyordu. Aynı zamanda borsalarda ve faiz enstrümanlarında yüksek kârlar elde etmek için yerini almıştı.
‘’Güneydoğu Asya ülkelerine böylesine büyük miktarlarda kısa süreli yabancı sermaye girişi, yerli mali varlıkların fiyatını yükseltmiş ve finans piyasalarında suni ve spekülasyona açık bir kabarmaya sebebiyet vermiştir’’ (59).
Bu ülkelerin en büyük yanlışı ise, para birimlerini dolara endekslemiş olmaları idi. ABD, kriz öncesinde dünya piyasalarında doların değerini yükselterek bir anda bu ülkelerin ihracatlarında ciddi bir daralmaya sebep oldu. Dolar arttığı için yerli paralar da artınca, ihracata dayalı ülke ekonomileri ihracat rekabetini kaybetti.
Böylece mallar elde birikmeye, stoklar artmaya başladı; kısa vadeli kredileri ödemek için elindeki malları satmakta zorlanan firmalar batarken, onlara kredi veren bankalar da battı.
Kriz döneminde, diğer ülkelerde batanlar bir yana, sadece Endonezya’da 16 banka battı (60).
Böylece son derece güçlü olan firmalar el değiştirerek global firmaların eline geçerken; IMF talimatlarına teslim olan Güney Asya ülkeleri, siyasi olarak da bağımlı hale getirildiler.
Ancak Malezya, yıllarca sözünden dışarı çıkmadığı IMF’yi reddederek; sermaye giriş çıkışlarına sınırlamalar getirdi.
Yurtdışına çıkartılan yerli paranın içeri girmediği taktirde tedavülden kaldırıldığını açıkladı. Çünkü spekülatörler, Singapur borsası üzerinden Malezya parası üzerinde oynamışlardı.
Benzeri tedbirlerle Malezya daha az zararla krizden sıyrıldı.
Önceleri IMF talimatları ile bütün kıymetli kaynaklarını özelleştirme adı altında global firmalara devreden Malezya, George Soros’un Asya krizinde yaptığı spekülasyon ile Malezya para birimi ringitin % 30 değer kaybetmesinden ciddi dersler çıkararak, IMF ile beraberliklerini askıya aldı. O ana kadar gerçekleşen 434 adet özelleştirme uygulamasına ara verildi.
Hatta 2000 yılında daha önce özelleştirilen Ulusal Kanalizasyon Şirketi tekrar daha yüksek bedelle geri satın alındı. Diğer taraftan Tayland, Endenozya ve G.Kore, IMF ile stand–by antlaşması imzalayarak, ABD talimatları ile hazırlanan reform paketine (Clinton paketi de denmektedir) evet dediler. Bu sözde reform paketi ile sözkonusu ülkelerde faizler arttırılmış; kamu harcamaları kısılmış.
Vergiler arttırılmış. Yabancı firmaların banka satın almasına izin çıkarılmış. Yerli firmaların hisselerini satın almakta getirilen kısıtlamalar kaldırılarak hisselerin % 50’sinden daha fazlasına global firmaların sahip olmasına izin verilmiştir.
b– 1992–93 AVRUPA DÖVİZ KRİZİ (EMR)
Avrupa krizinde de George Soros baş aktör olarak karşımıza çıkmaktadır.
‘’Soros daha işin başında sterlindeki devalüasyon ihtimalini fark etmiş; kısa dönemli krediler şeklinde yaklaşık 15 milyar dolarlık kısa pozisyon almıştır. İngiliz Sterlini’ne yönelik ataklar sonucu 16 Eylül 1992’de Bank of England’ın yoğun müdahalelerine rağmen İngiltere’de faiz oranları bir günde % 5 oranında yükselmiştir’’ (61).
Sadece İngiltere’de değil, aynı zamanda örneğin İsveç’te de % 25 devalüasyon olmuş, gecelik faizler inanılmaz seviyelere çıkmıştır. Finlandiya da benzeri spekülatif krizle karşı karşıya kalmıştır.
c– LATİN AMERİKA KRİZLERİ VE 1994 MEKSİKA KRİZİ
1980 yılından itibaren, ağırlıklı olarak IMF destekli global sermayeden borç para almak zorunda kalan Latin Amerika ülkelerine, bunun karşılığında yapısal reformlar adı altında finanssal piyasalarını global tefecilere teslim edecek yasal düzenlemelerin yaptırılması sağlanmıştır.
– Faiz oranlarının serbestliği,
– Munzam karşılıkların düşürülmesi,
– Yabancı bankaların finanssal piyasalara girmesinin önündeki engellerin kaldırılması vb. kararlar ile,
Piyasalar, global sermayenin kontrolüne devredilirken; yerli bankalar da bu sistemin taşeronluğunu yapmışlardır. Yurt dışından alınan kısa vadeli krediler, içeride yerli paraya çevrilmiş ve yüksek faizle devlete satılmıştır.
IMF talimatları ile bu tarz bir modeli hayatına geçiren Latin Amerika ülkelerinde, başta Arjantin ve Şili olmak üzere krizler artık normal karşılanmaktadır.
1994 yılında çıkan Meksika krizi ise ülkemizin bugünkü durumuna ışık tutması bakımından son derece önemlidir. Kriz öncesi tabloyu kısaca değerlendirelim…
Yabancı sermaye artışı, son derece yüksek seviyelere çıkmış; 1990 yılında 18 kamu bankası özelleştirilmiş, kamu kurumlarının özelleştirilmesi nerede ise tamamlanmış, enflasyon % 10’un altına son yirmi yılda ilk defa inmişti. GSYİH ortalama % 4 büyüme trendi yakalamış, NAFTA’ya Meksika’nın girişi kabul edilmişti. Piyasalarda hiçbir kriz beklentisi yokken, 22 Aralık’ta Pezo, dalgalanmaya bırakılmak zorunda kalınmıştır.
Çünkü yabancı sermayenin çıkışına Meksika Merkez Bankası’nın rezervlerinin cevap vermesi mümkün değildi.
“1993 yılında Meksika’nın rezervleri 25.110 milyar dolar iken, 1994 yılı sonunda 6.278 milyar dolara düşmüştür” (62).
Sonuçta gecelik faizler yükselmiş,menkul kıymetlerin değeri dibe vurmuş,ekonomi büyük bir krizin içine itilmiştir.
“1994 yılında Meksika’da yaşanan krize bakıldığında temel nedenin, 1980’lerin sonunda ve 1990’ların başında olumlu konjonktürün etkisiyle ülkeye gelen çok kısa dönemli sıcak paranın, “değerlenmiş kur, yüksek cari ödemeler açığı, özel tasarruflardaki düşme ve politik istikrarsızlıklar”ı görerek ülkeden çıkmaya başlaması olduğu görülmektedir. 1990–1993 arası dönemde ülkeye özel yabancı sermaye girişi, 72.5 milyar dolar düzeyine çıkmıştır. 1994 yılına girildiğinde kimse bir kriz öngörmemiştir. Aksine 1993 sonunda NAFTA’ya girişin Amerikan Kongresi’nde onaylanması ile birlikte yabancı sermaye ile ilgili beklentiler daha fazla artmıştır” (63).
Krizin çıkış sebebine baktığımızda, ABD’nin faizleri artırması ile başlayan süreçte global sermayenin parasını Meksika’dan geri çektiğini görüyoruz. Krizin neticesinde Meksika, global sermayenin bütün taleplerini kabul etmek zorunda kalmıştır. Ülkemizin son yıllarda verdiği son derece yüksek cari açığın problem olmadığını düşünen AKP iktidarı, bu açığın yurt dışından gelen sıcak para ile ve yüksek faiz ödenerek karşılandığını elbette bilmektedir.
Enflasyon düştü ve ekonomi büyüdü iddiaları ise asla gerçeği yansıtmamakta; bilakis Meksika ve diğer krizleri bize hatırlatmaktadır. AB’nin dediklerini yaparsak sıcak para gelir iddiası ise, NAFTA ve Meksika ilişkisi örnekliğini hatırlatmaktadır. Bu krizleri çoğaltmak, bunlara Rusya ve Türkiye örneklerini de eklemek mümkündür. Ancak bilinmesi gereken gerçek şu ki, hepsinin temeli, sıcak para girişi ve piyasaların global sermaye sahiplerinin kontrolüne geçmesi ile alakalıdır.
Bütün bunların önlenmesi elbette mümkün ve çok kolaydır; ama öncelikle bir zihin değişikliğine ihtiyacımız vardır.
Milli Ekonomi Modeli’nin ölçüsü ile olaylara baktığımızda; ülkelerin ihtiyaç duyduğu sermaye birikiminin, maliyetsiz bir şekilde emisyonla karşılanması ve dövizin spekülatif bir araç olmaktan çıkarılıp dış ticaretin bir enstrümanı haline getirilmesi gerektiği görülecektir. Bu şartlar içerisinde ülkelerin hem piyasaları, hem de siyasi istikrar ve bağımsızlıkları korunmaktadır.
Sosyal Devlet/Milli Devlet, krizleri, ülkelerin kaderi olmaktan çıkarmakla kalmamakta; aynı zamanda devletleri, global tefecilerin talan alanı olmaktan da çıkarmaktadır.
57– World Economic Outlook, IMF – 1997
58– World Economic Outlook, IMF – 1997
59– Dadush, Uri–Dasgupta, Dipak–Ratha, Dilip (2000), The Role of Short–Term
Debt in Recent Crises, Finance and Development, December, s. 57
60– Bkz: www. dtm. gov. tr/dunya/kriz)
61– Pilbeam, Keith (1998), International Finance, Second Edition, London, s.
301, Macmillan Perss Ltd.
62– Bkz. IMF International Financial Statistic
63– Dorukkaya, Şakir–Yılmaz H.Hakan (1999), Liberalizasyon Politikaları, Aşırı
Borçlanma Sendromu ve Arkasından Yaşanan Finansal Krizler (Şili ve Meksika
Deneyimleri), Yaklaşım Dergisi, yıl: 7, sayı: 75, (Mart–1999), s.122–127