Milli Devlet, temelini “milletlerin tarihindeki değerleri”nden alan, başka ülkeleri taklitten uzak olan ve çağdaş uygarlık seviyesine gitme yolunda bütün diğer ülkelerle yarışan, bütün dünyaya açık ama hiçbir dış güce ihtiyaç duymadan kalkınabilen, kendi devinimi için gerekli sinerjiyi kendi kaynaklarından alan Milli Ekonomi Modeline sahip, devletinin ancak milleti ile var olduğu şuuru ile milletinin tamamını kucaklayan, vatandaşlarına hizmeti dolayısıyla sosyal güvenliği ve sosyal hizmeti kendine en temel gaye edinen, vatandaşlarına insan haklarını ve hürriyetlerini doya doya yaşatan, adalet, eşitlik ve hukuk temeline dayalı bir devlet anlayışıdır.
İnsana ve ona bağlı sosyal meselelere yaklaşımı ile işleyiş mekanizmalarındaki farklılığı, buna bağlı olarak kendine yeter kaynakları ile tam bağımsız olan ve bize ait bir devlet anlayışı karakteri sergileyen Milli Devlet, günümüz liberal–kapitalist devlet anlayışının çok ötesinde, “milleti için devlet vardır” gerçeğinden yola çıkarak, bu gerçeğe uygun bir devlet anlayışını ilke edinmiştir. Milli bir devlet anlayışı ortaya konurken, günümüz devlet anlayışlarının eksiklikleri ve yanlışları göz önüne alınarak yola çıkıldığı gibi; Türkiye’nin içinde bulunduğu stratejik konumu ve buna bağlı olarak geçirdiği kritik süreç de Milli Devlet tezi çerçevesinde yorumlanmıştır
ABD eski Başkanı Bill Clinton, 1999 yılının Ekim ayındaki Ankara ziyareti sırasında Türkiye’nin dünya dengelerini değiştirecek gücü hakkında şunları söylüyordu: “20. yüzyılın ilk çeyreği Osmanlı İmparatorluğunun mirasının paylaşılması nın yol açtığı değişikliklerle geçti. 21. yüzyılın ilk çeyreği ise Türkiye’nin alacağı doğrultuyla şekillenecektir...” (2).
Clinton, bir ay sonra yaptığı benzer bir konuşmada da “Önümüzdeki yüzyılın, büyük ölçüde Türkiye’nin bugünkü ve yarınki rolünü nasıl tanımlayacağına bağlı olarak şekilleneceğini umuyorum” (3) diyerek; hem Türkiye üzerindeki hesapla ra, hem de Türkiye’nin alacağı tavrın dünya siyasetindeki ağırlığına dikkat çekmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğunda, Sevr’in kabul edilmeyen şartlarını cebine koyan güçler, bugün çeşitli yollarla bu maddeleri tekrar gündem etmekte ve Türk milletinden savaş meydanında reddettiklerini masa başında kabulünü is
temektedir.
Verdiği Kurtuluş savaşıyla, ezilen halkların özgürlük mücadelesinde öncü olan Türk Milleti, tarihten gelen birikimi ve tecrübesiyle, bugünün Kapitalist sistemi içinde ezilen ve sömürülen milletler için yine önder olmak mecburiyetindedir.
Bu vazifesini yerine getirebilmesi için, her sahada tam bağımsızlığı esas alarak, varlığını devam ettirebileceği milli bir devlet anlayışını ve “bağımsızlığın belki de en önemli göstergesi” olan “milli bir ekonomi” sistemini hayata geçirmek zorundadır.
Milli Devlet tezi, bütün sömürülen ve ezilen milletlere, Türk milletinin ve Türk kültürünün, inancının, tarihinin ve medeniyetinin bir armağanıdır
Değişen dünya dengelerinde ve bugünün tek kutuplu düzeninde; silahların yerini çeşitli söylemlerin, göğüs göğüse mücadelenin yerini fikirlerin çarpışmasının aldığı bilinen hakikatlerdir. Özellikle günümüzde, ABD, “psikolojik savaş” olarak da ifade edebileceğimiz bu fikri çatışmalardan en fazla yararlanan devlettir. Denilebilir ki, ABD’nin dış politikası, fikirlerini dünyaya kabul ettirmeye yönelik yazılarla ve medyatik enformasyonla güç kazanmaktadır.
Bilindiği gibi, 1990’ların başında Sovyetlerin yıkılması ve soğuk savaştan Batı medeniyetinin ABD ile galip çıkması, ABD’yi, dünyada tek süper güç haline getirmiştir.
Amerika Birleşik Devletlerinin, dünya dengeleri için belirlediği yeni strateji, “serbest piyasa ekonomisi” ve “kendi demokrasi anlayışıyla devletlerin yönetim sistemlerini demokratikleştir”mekti. Vakıa şu ki, globalizmin 21. yüzyıldaki sloganları halindeki bu süslü kelimelerle yola çıkanlar, yine “sömürü mantığı”yla hareket etmişlerdir.
Ülkelerde, demokrasi ve insan haklarını yerleştirme bahanesiyle siyasi olarak bir değişim gerçekleştirilirken; aynı zamanda dinler arası diyalog ve hoşgörü çalışmaları ile de büyük bir kültür dezenformasyonu yapılmıştır. Böylece milli ve manevi değerlerini kaybeden bireylerin “muhtemel işgallere karşı duyarsızlaşması” sağlanmıştır.
Kültürel ve siyasi olarak yapılan bu çalışmalarla aslında devletlere biçilen rol, ülkelerin küçük parçalara bölünerek parçalanması; devlet anlayışının yıkılmasıdır. Neticede, hedef yine kaynakların ve insanların sömürülmesidir.
Günümüzde, kendini dünya kaynaklarının ve insan emeğinin tek sahibi olarak gören ABD’nin, “tek süper güç” olarak tüm dünya halkları tarafından şartsız ve kayıtsız kabulü gerekmektedir. 90’lı yılların başında ardı ardına yazılan ve özünde ABD’nin tek süper güç olarak uluslararası alandaki üstünlüğünü anlatan makalelerin yayınlanması, Birleşik Devletlerin söz konusu hakimiyetini dünya halklarının kabul etmesi içindir. Önemli stratejik makalelerden ilki, Fukuyama’nın 1989’da yazdığı ‘Tarihin Sonu’ makalesidir. Bunda yer alan Doğu Bloku’nda ve Doğu Avrupa’da görülen reform hareketleri, Batı kapitalizminin ve demokrasisinin bu bölgeleri de kuşatması ve aslında dünyada hakim olan tek sistem haline gelmesi anlamında bir zafer olarak anlatılmıştır. Kapitalizmin diğer sistemler üzerinde nihai üstünlüğü ilan edilmiştir.
Fukayama’ya göre, sistemler dikkate alındığında, tüm dün yayı kuşattığı varsayılan Batı’nın ekonomik ve liberal sisteminin içinden bu teze alternatifler çıkabilir; ama dışından çıkıp da Batı sistemine bir alternatif olması mümkün değildir (4).
Yani tarihin sonu teziyle, “Tarih sahnesinde olaylar devam etse de, Batının dünyayı kuşattığı bu teze herhangi bir alternatif sunulamayacak kadar dünya halkları etki altına alınmış” fikri işlenmektedir.
Fukuyama’nın bu çıkışını, 1993 yılında Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezi ve makalesi takip etmiştir. Makalede bundan sonraki asıl çatışmaların din ve kültürler üzerinde olacağı ifade edilmiştir.
ABD’nin, BOP ile 22 İslam ülkesi üzerinde başlattığı ve bizzat Başkan W. G. Bush tarafından “Haçlı seferi” olarak ilan edilen dönem, bu makalenin hazırladığı şartlarda başlatılmıştır. Brezinski’nin “Büyük Satranç Oyunu” kitabında ise ABD’nin dünya hakimiyeti için uygulaması gereken stratejilerden bahsedilmektedir. ABD’nin dış politikasına yön veren bu makalelerin yazarlarına bakıldığında görülecektir ki; yazarların hepsi, ya ABD yönetim çevresi ile yakın ilişkidedir, ya da yönetim kademesinden gelmişlerdir.
BOP örneğinde gördüğümüz gibi, ABD’nin, askeri güç kullanmaya ve psikolojik savaş taktikleriyle büyük bir aldatmacaya dayanan sistemi, bugün, devlet kademesince dile getirilmese de, global sermaye sahibi olan azınlığın dünya hakimiyetine giden yoludur. Ve dünya halkları tarafından kabul görmemektedir.
Kapitalist ve sosyalist sistemler, bugün için iflas etmişlerdir. Bu sistemlerdeki global kuralların farklı ülke halklarına zorla uygulatılmaya çalışılması, insan fıtratına aykırılığı nedeniyle günümüzde kabul görmemektedir. Gelinen noktada mil
letler ve devletler, iflas eden kapitalizmin ve sosyalizmin yerine; milli değerlerine, kendi örfüne ve kendine dönük, toplumsal huzuru ve sosyal adaleti sağlayacak, yanı sıra devletleri bağımsız kılacak bir kurtuluş reçetesi arar haldedir.
Bu bağlamda gerek Milli Ekonomi Modeli ve gerekse bunun uygulama alanı olacak Milli Devlet anlayışı, getirdiği kurallar, çözümler ve yeni yaklaşımlar ile Liberal–kapitalist sistemlerin tıkanıklıklarına mükemmel bir cevaptır.
Bu “milli duruş” ve cevap, kimi ABD imzalı makalelerde iddia edildiği gibi, liberal–kapitalist düşünce sistemi içinde kalmış bir görüş değil, Müslüman Türk dünyasının tezidir.
Bu model asla bir tepki değildir. Aksine dünyayı tekellerine almak isteyen ülkeler de büyük bir açmaz içindedir. Bu tez, Türk medeniyetinin bütün insanlığı hediyesidir. Dünyada sosyal adaleti tesis edecek, özgürlük, insan hakları gibi temel hakları yerli yerine oturtacak olan Milli Devlet tezi, insanlığın geleceğe güvenle bakmasını sağlamaktadır.
Milli Devlet tezi, dünyada ideolojik evrimin sonu olarak ifade edilen kapitalizmin, onun devlet yönetimindeki yansıması olan “ sözde demokrasi”nin ve onun ekonomi anlayışı olan “serbest piyasa–pazar ekonomisi”nin, aslında insanlığın ideolojik olarak geldiği bir evrim değildir. Bilakis kapitalizmin, bir avuç azınlığın dışında “tüm dünya halklarının sömürülmesinin yeni dünya düzenindeki adı” olduğunun ispatıdır.
Milli Devlet anlayışı ve Milli Ekonomi Modeli, “milli” kavramıyla nitelenmiş olsa da, sadece içinden çıktığı Türk Milleti için değildir; bilakis, kapitalizmin kuşattığı tüm milletleri ve devletleri, söz konusu sömürgeci anlayıştan kurtaracak bir evrenselliktedir. İçerdiği hayati çözümlerle uluslararası niteliktedir. Üstelik bu kurtuluş reçetesi, ABD örneğinde olduğu gibi, silah zoruyla değil, milletlerin kendi rızası ile kabul edecekleri bir sistemdir. Bu bağlamda Türk milletinin tarihten gelen misyonu, bu evrensel reçetenin pek çok ezilen devlet için örnek olmasını sağlayacaktır.
Devletin, sömürmek için değil, “millet için olduğu” anlayışı nı temel politika olarak kabul eden Sosyal Devlet, milletine hayatın tamamında yardımcı olmayı gaye edinmiştir.
Tıpkı “madenler milletin malıdır ve bunlar devlet–millet ortaklığıyla işletilmelidir” kuralımızda olduğu gibi; devlet, millete ait zenginlikleri yine milletin kullanmasına yardımcı olacaktır.
Böylece Milli devletler sayesinde, ezilen halklardan değil, “refah içinde yaşayan halklar”dan bahsedilecektir.
ABD eski Başkanı, 21. yüzyılın, Türkiye’nin rolünü nasıl tanımlayacağına bağlı olarak şekilleneceğini söylerken çok haklıdır. Türkiye, eğer Milli Devlet anlayışı ile rolünü belirlerse; “tarihin sonu” olarak ifade edilen yeni dünya düzenine son verecektir. Çünkü Milli Devlet ve Milli Ekonomi tezleri, yeni dünya düzeninin gerek devlet anlayışını ve gerekse ekonomi sistemlerini çöpe atmaktadır.
Milli Devlet tezi, “tarihin sonu” kavramının yerine, “ulusların barışı” kavramını getirmektedir… Dünya kavgayı değil huzuru, sömürüyü değil adaleti beklemektedir.
2– Bkz. Kendine Rağmen Dünya Devleti Olmak, Hürriyet, 5 Ekim 1999
3– Clinton’u Nasıl Okumalı, 11 Kasım 1999, Cumhuriyet
4– Türk Dış Politikası, ed.: Baskın Oran, ‘Tarihin Sonu’ kutusu