Devletlere yatırım ve kamu harcamalarını uzun vadeli, faizli krediler
ile yapmalarını tavsiye eden global sermaye sahipleri ve kalkınmış kabul
edilen ülkeler, başta Dünya Bankası kanalı ile olmak üzere özel finans
kuruluşlarından krediler sağlayarak ülkeleri borç sarmalının içine
itmektedirler.
Kalkınma hayalleri ile baraj, köprü, yol vb. yatırımlarını yapan
ülkeler, zaman içerisinde kendilerini “içinden çıkılmaz bir borç
batağı”nda bulmaktadırlar. Kalkınmış kabul edilen ülkelerden borç alan
bu devletler, zaman içerisinde borç aldıkları odakların “siyasi olarak esir”i haline gelmektedirler.
İlk kademede kamu harcamalarını arttırmayı teşvik edenler, kamu
ihalelerinde yapılan yolsuzluklarla devletlerin daha fazla
borçlanmalarına destek olmaktadırlar. Devletler, içine düştükleri bu
borç sarmalından kurtulamaz noktaya gelince; devreye IMF girmektedir.
IMF tarafından dayatılan reformlar ve yeniden yapılandırmalarla,
ülkelerin her türlü gelirleri, madenleri, yerüstü kaynakları, kamu
işletmeleri, yapılan baskılarla global firmalara aktarılırken, siyasi
olarak da ABD kontrolünde iç ve dış politika
izleyen bağımlı devletler ortaya çıkmaktadır. Dışarıdan alınan borç para
ile kalkınma yolunu seçen ülkelerin 2006 yılı itibari ile toplam dış borçları, 3.150,6 trilyon dolar seviyesine çıkmıştır.
2007 yılında bu rakamın 3.352 trilyon dolar olması beklenmektedir; bu
borcun nerede ise % 75 ‘i özel finans çevrelerinden alınan borçlardır
(28).
Kaldı ki, kalkınmakta olan ülkelerin global sermaye sahiplerine olan
borcunun ağırlıklı kısmı iç borç şeklindedir. Dış borç rakamlarına,
ondan daha fazla olan iç borç rakamları eklendiğinde; nerede ise 10
trilyon dolara varan bir borç batağının içine itilen kalkınmakta olan
ülkelerin, hem ekonomi hem de siyaset bağlamında artık vesayet altında
olduğu görülecektir.
Borçlandırma yöntemi ile ülkelerin nasıl teslim alındığı ile ilgili
güncel örnekler, yaşanılanları çok daha net ortaya koymaktadır.
a– OSMANLI İMPARATORLUĞU
İlk defa 1854 yılında Kırım Savaşı esnasında İngiltere ve Fransa’dan 3
milyon sterlin alarak borçlanma sarmalının içine itilen Osmanlı’nın
eline, sadece 2.018 milyon sterlin geçmiştir.1870 yılında çıkartılan
tahviller nominal değerinin ancak üçte birine alıcı bulabiliyordu; yani
Osmanlı, ödediği her 100 lira için sadece 33 lira para alabiliyordu.
1859 yılında ilk borç alınmasının 5 yıl sonrasında İngiliz ve Fransız
üyelerin de katılımı ile Islahat–ı Maliye Komisyonu kuruldu. Bu
komisyon, günümüzde olduğu gibi kamu harca malarını kısma ve vergileri
arttırma üzerine yoğunlaşmıştı.
1863 yılında Osmanlı Bankası kuruldu. Osmanlının Merkez Bankası olarak
işlev görecek bankanın yetkileri içerisinde banknot basma yetkisi de
bulunuyordu. İsmi Osmanlı olan bankanın sahipleri ise elbette borç veren
iki ülke, yani Fransa ve İngiltere idi.
1881 yılında Osmanlı, borçlarını ödeyemeyince Düyûn–u Umumiye Teşkilatı
kurularak, Osmanlı’nın damga, balık, tütün, tuz, Kıbrıs gümrük vergileri
gibi birçok vergisine el konuldu. Düyûn–u Umumiye, I. Dünya savaşına
gelindiğinde 5000 çalışanı ile dünyanın en büyük tahsilat kurumu olarak vazifesini ifa etmekteydi.
Osmanlı’nın, borç alması ile sadece vergilerine el konulmadı; borç veren sömürgeci güçler, Osmanlı’nın bütün idare sine karışmakta, onun parçalanmasına zemin hazırlayan yasaları tek tek ona aldırmakta idiler.
İlk borç alındıktan 2 yıl sonra Ali Paşa hükümeti döneminde, İngiliz ve
Fransızlarla beraber hazırlanan 1856 Islahat Fermanı maddeleri, yakından
incelendiğinde, günümüzün AB İlerleme raporları ve IMF talimatları ile
olan benzerliği dikkatleri çekecektir.
Bu fermana göre;
– Yabancılar mülk edinme hakkı ediniyor,
– Azınlık okullarının açılmasına ruhsat çıkıyor,
– Patrikhanede alınan karaların Babıali tarafından onaylanması sağlanıyor,
– Azınlıklar için farklı mahkemeler oluşturuluyordu.
Azınlıklara verilen her türlü imtiyazla birlikte çok kısa süre
içerisinde Osmanlı ekonomisi azınlıkların kontrolüne geçmiştir. Genelde
Osmanlı’nın yer altı kaynaklarının talan edilmeside 1854 yılında alınan
ilk borçla birlikte başlamıştır. 1856 yılında yapımına başlanılan Aydın
demiryolu projesi ile, demiryolunun 45 kilometre çevresinde bulunan
bütün madenlerin işletim hakkı, çok cüzi ücretlerle İngiliz firmalarına
devredilmiştir. Birçok ecnebi madan şirketi Osmanlı topraklarına
üşüşmüşlerdir:
a– Abotts Emmry Mınes Ltd
b– Edward Hadkinson Maden Şirketi
c– P.G. Barf Ve Şükerası Altın Şirketi
d– Peterson Ve Şükrası Krom Madeni
e– Edward Hadkinson Gümüş Madeni
f– Mr. Wılson Demir Madeni
g– J.Whittal Civa Madeni
h– Alfred Charnaud Mermer Ocağı
i– Whıttal Ve Şükerası Kalemin Ve Krom Madeni
j– Issıgonis Demir İşletmesi
k– Rıo Tınto Bor Madenleri (29).
1882 yılından 1922 yılına kadar sadece krom ile ilgili 35 adet imtiyaz
verilmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir; Jon Peterson, Chalton Venil,
Dimitraki Meziki vb. (30).
Yine Bağdat demiryolu projesinin yapımını üstlenen Bağdat Demiryolu
Şirketine, demiryolunun etrafında 20 kilometrelik hat içerisindeki
madenlerin imtiyaz hakkı verilmiştir (31).
Bu örnekler çoğaltabilir; ancak temel gerçek olan şu: Osmanlı’nın
yıkılışı savaşlar ile değil, alınan borçlar ve akabinde verilen
imtiyazlarla sağlanmıştır.
I. Dünya savaşından sonra Anadolu’yu işgal eden devletler, alacaklarını
gerekçe göstermişlerdir. Dünün birçok sömürgeci devletinin yerini, bugün
dünya krallığı hayali ile bütün dünyayı kana bulayan ABD almıştır.
Hızla global bir köye dönüşen dünyamızda, küresel bir imparatorluk
peşinde olan ABD, devletleri ele geçirme yolu olarak bugün uluslararası
şirketleri kullanmaktadır. Ekonomik olarak kendine bağımlı hale
getirdiği ülkelerden, verdiği borçların karşılığında para değil,
“yeraltı kaynaklarının kullanım hakkı, topraklarının ABD üssü haline getirilmesi vs…” gibi siyasi talepler istemektedir.
Şirketler aracılığıyla bu taleplere boyun eğmeyen ülkeleri ise, ikinci
adımda CIA destekli krizler, darbeler veya devlet başkanlarının
kazalarda ölümü beklemektedir. Yine de istenilen netice alınamazsa,
artık “işgal” ederek, ülkelerin kaynaklarının zorla ele geçirilmesi söz
konusudur.
Bu konuda, John Perkins’in “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” isimli
kitabında çarpıcı açıklamalara yer verilmektedir. John Perkins, kendi
ifadesiyle “yanıltan özgeçmişi”ne göre, “MAİN adlı firmada enerji ve
çevre sistemleri bölümünde, ekonomi departmanı müdürü olarak Asya,
Latin Amerika ve Ortadoğu’da önemli projelerin sorumluluğunu
üstlenmiştir.
Bu çalışmaları arasında kalkınma planlaması, ekonomik tahminler, enerji
talep tahminleri, pazarlama çalışmaları, çevresel ve ekonomik etki
çalışmaları, yatırım planlaması gibi ko
nular vardır.”
“Çoğu ABD vatandaşları gibi, MAİN çalışanlarının çoğunluğu da elektrik
santralleri, otoyollar ve limanlar yaparak, bizim bu ülkelere aslında
iyilik yaptığımızı zannediyorlardı... ” (32).
“Ekonomik tetikçiler (ET’ler), yerküre üzerindeki ülkeleri trilyonlarca dolar dolandıran yüksek ücretli profesyonellerdir.
Dünya Bankası, ABD uluslararası kalkınma ajansı (USAID) ve diğer yabancı
yardım kuruluşlarından büyük şirketlerin kasalarına ve gezegenimizin
doğal kaynaklarını kontrol eden bir kaç varlıklı ailenin ceplerine para aktarmaktadırlar.
Kullandıkları araçlar arasında sahte finanssal raporlar, hileli
seçimler, rüşvet, zorbalık, cinayet bulunmaktadır. Oynadıkları oyun,
imparatorluklar kadar eski olmasına rağmen, günümüzdeki küreselleşme
sürecinde yeni ve korkutucu bir boyuta ulaşmıştır. Nereden mi biliyorum,
ben bir
ET’im…” (33).
“... Bana işimin iki temel amacının olduğu söylendi. Birincisi, devasa
inşaat ve mühendislik projeleri aracılığı ile parayı MAİN ve diğer
Amerikan şirketlerine geri döndürecek büyük uluslararası kredileri haklı
gösterecektim. İkincisi, bu kredileri alan ülkeleri iflas ettirmek için
uğraşacak, böylece alacaklılarına sonsuza kadar borçlu kalıp, askeri
üsler, diğer doğal kaynaklara erişim gibi yardıma ihtiyacımız olduğunda kolay birer hedef olmalarını sağlayacaktım” (34).
“Biz ET’lerin en iyi yaptıkları şeylerden biridir bu: Küresel bir
imparatorluk kurmak… Diğer milletleri, en büyük şirketlerimizi,
hükümetimizi ve bankalarımızı yöneten şirketokrasiye boyun eğmeye
zorlayan koşulları yaratmak için uluslararası finans kuruluşlarını
kullanan seçkin bir grubuz biz. Mafyadaki karşıtlarımız gibi biz de
iyilik yaparız. Bunlar genellikle alt yapı–elektrik santralleri,
otoyollar, limanlar, havaalanları, sanayi siteleri– yatırımları için
verilen borçlardır.
Bu tip borçların bir şartı da tüm bu projelerin kendi ülkemizin
mühendislik ve inşaat firmaları tarafından gerçekleştirilmesidir. İşin
aslı, paranın çoğu ABD topraklarını terk etmez bile; sadece
Washington’daki banka ofislerinden New York, Huston veya San
Fransisco’daki mühendislik ofislerine aktarılır. Paranın bu şekilde,
şirketokrasi üyesi olan işletmelere nerede ise anında geri gelmesine
rağmen; borçlu ülke, hem ana parayı hem de faizini son kuruşuna kadar
ödemek zorundadır. Eğer bir ET gerçekten başarılı ise, verilen borç
miktarı o kadar fazla olur ki, borçlu ülke birkaç sene sonra ödemelerini
yapamaz hale gelir.
İşte o zaman da biz, mafya gibi diyetimizi isteriz. Bu da genellikle şunlardan biri veya birkaçını içerir:
– Birleşmiş Milletler’de vereceği oyun kontrolü,
– Topraklarında askeri üslerin kurulması,
– Petrol Yasası, Panama kanalı gibi değerli kaynaklara erişim.
Bu arada borç yükümlülüğü tabii ki devam etmektedir. Ve küresel imparatorluğumuza bir ülke daha eklenir.
… Üçüncü dünyanın borcu 2,5 trilyon dolara yükselirken; bu borcun faizi –2004 yılı itibariyle senede 375 milyar dolar–, tüm üçüncü dünyanın sağlık ve eğitim harcamalarını ve gelişmekte olan ülkelerin yıllık aldıkları dış yardımın 20 katını aştı” (35).
“Bu modern imparatorluk yaratma işinde ustalık ve kurnazlık, Romalı
kumandanları, İspanyol istilacıları ve 18. ve 19. yüzyıl Avrupalı
sömürgeci güçleri utandıracak düzeydedir. Biz ET’ler, proje mahallerini
gezer, yoksul köyleri dolaşırız. Fedakarlık taslar, yaptığımız o harika
hayırsever işlerden yerel gazetelere söz ederiz. Hükümet komisyonlarının
konferans masalarını hesap çizelgeleri ve finansal tahminlerimiz ile
donatırız... hep kayıt altında ve ortadayızdır. Daha doğrusu kendimizi
öyle gösterir ve öyle kabul görürüz. Sistem böyle çalışır. Gerekirse
yasadışı yollara da başvururuz. Çünkü sistemin kendisi kandırma ve hile
üzerine kurulmuştur ve sistem tanım olarak yasaldır” (36).
b– ENDONEZYA
1967 yılında The Time–Life adlı şirketin önderliğinde Cenova’da
Endonezya’nın dünyanın en büyük çokuluslu şirketlerince nasıl
kalkındırılacağı (!) konusunda bir konferans yapıldı. Sözde
kalkındırılacak olan Endonezya masaya yatırılmış ve zengin yer altı
kaynakları, ormanları, finans kuruluşları, sigara üretim şirketleri…
teker teker parsellenmişti. Gelişmiş dünyanın semirmiş şirketleri,
masaya yatırılmış Endonezya’nın üzerine üşüşmüşlerdi....
Kimler yoktu ki; Rockefellerlar, Rotschıldlar ve onların petrol
şirketleri, İngiliz Kraliyet Ailesi karteline ait şirketler, General
Motors, British American Tobacco, US Steel, Freeport Mc Moran, Alcoa,
Inco, BHP Billiton, Rio Tinto ve daha niceleri.....
Ülkesini çokuluslu şirketlere pazarlayan Suharto Endonezya’ya döner
dönmez, yabancı yatırımı düzenleyen bir kanun çıkartmıştı. Bu yasa,
tıpkı ülkemizde geçirilmeye çalışılan Maden Yasasında Değişiklik
Yapılmasına İlişkin Kanun Tasarısı ve Geri Kalmış İllerde İstihdam
Yaratılması ve Yatırımların Teşvik Edilmesi Hakkındaki Kanun Teklifi’nde
olduğu gibi 5 yıl vergi muafiyeti sağlıyordu.
Freeport şirketi, Batı Papua’nın bakır madenlerini ele geçirdi. Alcoa
Endonezya’nın tüm boksit rezervlerine el koydu. Inco adlı şirket nikel
madenlerine, BHP Billiton, Rio Tinto Plc, BP Amoco Endonezya’nın kömür
kaynaklarına el koymuştu…
Beş yıl vergi muafiyetinden faydalanan çokuluslu madencilik şirketleri
Endonezya’nın yer altı kaynaklarını muafiyet süresi dolmadan talan
ettiler. Hiper Marketler, enerji, bankacılık ve finans sektörleri
tamamen finans kapitalin eline geçmişti. Ancak Endonezya’da istihdam
artmadı, yaratılan gelir yurt dışına çıkarıldı. Servet el değiştirdi,
doğal kaynaklar tamamen çokuluslu madencilik kartellerinin kontrolünde
ve mülkiyetindeydi.
Kişi başı gelir asla 1.000 Dolar’ın üstüne çıkamadı. Nitekim 2001 yılında kişi başı gelir, 688 Dolardı (37).
“Birleşik Devletlerin dış politikasının dayanağı, Suharto’nun
(Endonezya’nın o dönemdeki Devlet Başkanı) Washington’a İran Şahı’nın
ettiği biçimde hizmet edeceği idi.... Ve Endonez ya’da petrol vardı.
Rezervlerinin miktarı veya kalitesi hakkında kimsenin bir fikri yoktu,
ama petrol şirketinin sismologları olasılıklar hakkında çok
ümitliydiler” (38).
Endonezya’nın ABD’nin istediği noktaya gelebilmesi için MAİN şirketi,
Perkins’i, bir ekiple beraber altyapı çalışmalarını hazırlaması için
Endonezya’ya göndermişti.
“Endonezya hükümeti, Asya Kalkınma Bankası ve USAID ile olan
kontratlarımız, ekipten birinin, nazım planın kapsadığı alandaki tüm
yerleşim birimlerini ziyaret etmesi gerekiyordu... Yapılan çalışmalardan
sonra hazırlanan rapora göre; elektrik talebindeki artış yeni sistemin
tamamlanmasından sonra 12 yıl boyunca yılda ortalama % 19 olacak,
sonraki 8 yıl boyunca %17’ye düşecek ve 25 yıllık tahmin süresinin geri
kalanında da sabit % 15 olacaktı” (39).
Bu varsayımın geçerliliği konusunda yetkilileri ikna ederek projenin hayata geçirilmesini sağladı.
c– EKVATOR
“Bugün ET örgütlü bir konsorsiyum tarafından 1,3 milyar dolara inşa
edilen 450 kilometrekarelik yeni bir boru hattı sayesinde Ekvator,
ABD’ye petrol ihraç eden ilk on ülke arasına girmeyi hedefliyor. Bu
arada, yağmur ormanlarından büyük bölümü tahrip edilmiş, makavlar ve
jaguarlar neredeyse yok edilmiş, üç yerel Ekvator kültürü yok olmanın
eşiğine getirilmiş ve billur gibi nehirler birer pislik yuvasına
dönüştürülmüştür.
... ET’ler yüzünden Ekvator bugün, biz onu modern bankacılık,
mühendislik ve ekonomik yöntemler gibi mucizeler ile tanıştırmadan
öncesine kıyasla çok daha kötü bir durumda.
1970’den beri petrol patlaması olarak bilinen bu dönemde, resmi
yoksulluk oranı % 50’den %70’e ve işsizlik %15’den %70’e çıkarken, kamu
borcu da 240 milyon dolardan 16 milyar dolara yükseldi. Aynı zaman
diliminde milli kaynaklardan nüfusun en yoksul kesimlerine ayrılan pay
da % 20’den % 6’ya düştü” (40).
“ET projelerinden dolayı dış borç içinde yüzen Ekvator, milli
bütçesinden haddinden fazla bir payı, resmen yoksulluk sınırının altında
olarak tanımladığı milyonlarca vatandaşına yardım etmek için kullanmak
yerine, bu borcu ödemeye ayırmak zorundadır. Bu borç yükünden kurtulmak
için Ekvator’un tek şansı yağmur ormanlarını petrol şirketlerine
satmaktır.
Aslında ET’lerin daha en başta gözlerini Ekvator’a dikmelerinin
nedenlerinden birisi de Amazon bölgesinin altında Ortadoğu’daki petrol
sahalarına rakip olabilecek büyüklükte olduğuna inanılan petrol
denizinin varlığı idi. Küresel imparatorluk, diyetini petrol imtiyazları
olarak talep etmektedir.
... Ekvator, ET’lerin ekonomik–politik birliğe getirdikleri tipik
örneklerden birisidir. Ekvator’daki yağmur ormanlarından çıkartılan her
100 dolarlık ham petrole karşılık, petrol şirketleri 75 dolar elde
ederler. Kalan 25 doların dörtte üçü dış borç ödemelerine gider.
d– PANAMA
Kalanın da çoğu askeri ve diğer harcamalara gidince sağlık, eğitim ve
yoksullara yardıma yönelik diğer programlar için yaklaşık 2,5 dolar
kalır” (41).
“Ekvator’un o dönemdeki Devlet Başkanı Roldos, 1981’in başlarında yeni
hidrokarbonlar yasasını Ekvator Parlamentosu’na sundu. Bu yasa eğer
uygulanırsa, ülkedeki petrol şirketleri ile olan ilişkilerde bir reform
olacaktı.
... Roldos, petrol şirketleri de dahil olmak üzere tüm yabancı
kurumları, Ekvador halkına yardımcı olacak planları hayata
geçirmezlerse, ülkesinden çıkmak zorunda bırakılacakları konusunda
uyardı. Bunun ardından 24 Mayıs 1981’de bir uçak kazasında öldü.
“Roldos’un ölümünün bir kaza olmadığı hakkında en ufak bir şüphem yoktu.
CIA tarafından organize edilen bir suikastın bütün işaretlerini
taşıyordu” (42).
“Panama, bir Amerikalı ve bir Fransız arasında yapılan bir anlaşma ile
Amerika’ya hizmet etmek için Kolombiya’dan ayrılmak zorunda
bırakılmıştı.
… Yarım yüzyıldan fazla bir süre Panama, Washington ile güçlü bağları olan zengin aileler oligarşisi tarafından yönetilmişti.
... Ancak o yıl –1968–, ben barış gönüllüsü olarak Ekvador’da iken
Panama’nın tarihinin gidişatı birden bire değişti. Son diktatör Arnulfo
Arias bir darbe sonucu devrildi ve Omar Torrijos devlet başkanı olarak
ortaya çıktı.
… Torrijos ile, tarihinde ilk defa Panama, Washington’un veya herhangi
birinin kuklası değildi… O sadece Panama vatandaşlarının, yaşadıkları
toprak ve onu ikiye bölen bir suyolu üzerinde egemenlik hakları olduğunu
ve bu hakların en azından Birleşik Devletlerin sahip olduğu kadar
geçerli ve ilahi birer armağan olduğunu söyledi. Torrijos, her ikisi de
kanal bölgesinde bulunan Amerikalılar okulu ve ABD güney komutanlığının
Tropikal Savaş Eğitim merkezine de karşı çıkıyordu " (43).
“Torrijos hükümeti, MAİN’in ülke üzerindeki çalışmalarını anlayarak buna
fırsat vermedi, tam aksine verilen mücadeleler neticesinde Torrijos,
kanalı ABD’den geri aldı. Aynı yıl Başkan Carter ile hem kanal bölgesini, hem de kanalın kendisini Panama kontrolüne devreden yeni anlaşmayı imzaladı” (44).
“Torrijos, Reagan yönetiminin kanal anlaşmasını yeniden masaya yatırma
isteğini inatla reddetti. Roldos’un ölümünden 2 ay sonra, Omar Torrijos
da bir uçak kazasında öldü. Tarih 31
Temmuz 1981.
... 20 Aralık 1989’da Birleşik Devletler, 2. Dünya Savaşından bu yana
bir şehre yapılmış en büyük hava saldırısıyla Panama’ya saldırdı. Panama
ve Panamalılar ne Birleşik Devletler, ne de herhangi bir başka devlet için kesinlikle bir tehdit oluşturmuyorlardı...” (45).
e– VENEZUELA
Chavez’i iktidardan devirmek için her türlü yolu deneyen ABD, halkı
ayaklandırmakta başarılı olamayınca, Venezuela ekonomisinin bel kemiği
olan devlet petrol şirketinde (PDVSA) grev başlattı; ancak bunda da
başarılı olunamadı.
‘’Kamuya ait petrol şirketi Petroles de Venezuela Sociedad Anonima’nın (PDVSA).
Bugün PDVSA’nın yıllık cirosu en aşağı 40 milyar dolar ve dünyada ikinci
zengin hidrokarbon yatakları üzerinde oturuyor –78 milyar varil petrol
ve tahmini 238 milyar varil tar–petrol (çok ağır, asfalt içeren petrol).
Latin Amerika’nın en büyük şirketlerinden biri ve ABD’ye petrol satan
ülkeler arasında dördüncü. PDVSA’nın bir yan kuruluşu olan Citgo, ABD’de kurulu... 8 rafineri ve 14.000 benzin istasyonu ile ABD’de Venezuela petrolünün dağıtımını yapıyor.
Bütün Venezuela mali bakımdan PDVSA’ya bağımlı: Petrol satışı devlet
gelirinin yarısını ve dışsatımın % 80’ini sağlıyor. Venezuela
ekonomisinin önemli ölçüde artı değer yaratan tek kesimi PDVSA. Grev
hikayelerinde tekrar tekrar işitilen bir isim var: INTESA…1996’da
kurulan bu teknoloji firması, PDVSA ve U.S Fortune 500 şirketinden biri
olan Science Applications İnternational Corp– SAIC’in ortak yatırımı.
INTESA’yı bir önceki hükümetten miras alan Chavez hükümeti, SIAC’ın ABD
İstihbarat Kuruluşlarıyla yakın ilişkisini dehşet içinde öğrendi.
SIAC’ın yönetim kurulu üyelerinden bazıları:
Eski CIA müdürleri John Deutsch ve Robert Gates, eski ABD savunma bakanı
William Perry, Christian Parenti –The Nation dergisi muhabiri, yazar–
(46).
6 Şubat tarihli Christian Science Monitor gazetesi (CSM) ABD
Uluslararası Kalkınma Kurumu’nun (US Agency for International
Development) az tanınan Değişim İnisiyatifi Bürosunun –DİB (Office for Transition Initiatives) Venezuela’da karşıt gruplara milyonlarca dolar aktardığını açıkladı.
ABD Kongresi’nin finanse ettiği “Demokrasi için Ulusal Fon”un (National
Endowment for Democracy–NED) karşıt gruplara para sağladığını belgelerle
kanıtlandı. Ama CMS, DİB’in “di ğer ABD kurumlarından daha az
bilindiğine, ABD çıkarlarına daha bağlı olduğuna ve olağanüstü esnek bir
bütçesi” olduğuna dikkat çekiyor...
Kaygı verici diğer bir durum da, önde gelen sağ kanat televizyon
programcısı ve Bush savunucusu tutucu dinci Pat Robertson’un 2 Şubat’ta
Fox kanalı haber programı “Hannity and Colmes”de Chavez’e suikast
düzenlenmesini ikici defa istemesi (İlk olarak geçen Ağustos’ta böyle
bir konuşma yapmıştı). Robertson Chavez’in “hemen değil ama bir gün”
muhakkak öldürülmesi gerektiğine inandığını söyledi ve eğer Chavez
tutumunu değiştirmezse “bir gün Venezuela ile sa vaşmak zorunda
kalacağız” dedi.
Reuters Ajansının 1 tarihli raporuna göre, sağ kanat Hıristiyan örgüt
“Amerikan Aile Derneği” ABD içinde Venezuela karşıtlığını desteklemek
için, Chavez karşıtı hareketlerin arasına katıldı. 3 milyon üyesi
olduğunu iddia eden dernek, A merikalıları, Citgo Petrol Şirketini
boykot etmeye çağırıyor.
Citgo, Venezuela’nın petrol şirketi PDVSA’nın ABD’de petrol arıtım ve
dağıtımının yanı sıra ABD’li yoksullara ucuz yağ–yakıt dağıtımını
yapıyor (47).
Chaves yabancı petrol firmalarının devlete verdiği vergiyi önce % 1’den %
16 ya çıkardı. Şimdi de % 33’e, ardından %50’ye çıkarmaya çalışıyor.
Son 7 yıl içerisinde 11 seçime gitmek zorunda kalan Venezuela’da halk,
ABD’’nin iç işlerine karışmasından ciddi biçimde rahatsız.
J. Perkins şu tahlili yapmaktan kendini alamıyor:
“ABD’nin 3. en büyük petrol sağlayıcısı Venezuela’da yeni seçilen
popülist başkan Hugo Chavez, ABD emperyalizmi olarak nitelediği her şeye
karşı güçlü bir biçimde cephe almıştı ve ABD’yi petrol satışını kesmekle tehdit ediyordu. ET’ler Irak ve Venezuela’da çuvallamışlardı...” (48).
“Los Angeles Times’ın yazdığı gibi, Bush yönetimi yetkilileri, Salı günü
Venezuela Başkanı Hugo Chavez’i, Venezuela’daki askeri ve sivil
liderler aracılığı ile devirmeyi aylardır tartıştıklarını kabul ettiler... Yönetimin, bu başarısız darbe girişimini ele alış tarzı inceleme konusu olmuştur” (49).
f– GUATEMALA
J. Perkins, Guatemala’ya yönelik globalist manevraları şu ifadelerle itiraf ediyor:
“1950’lerin başlarında fakir halkın açlıktan kurtulması için yardım sözü
veren Arbenz, seçildikten sonra kapsamlı bir toprak reformu
gerçekleştirdi.
Guatemala’daki en büyük ve baskıcı toprak sahiplerinden olan United
Fruit’in bu önlemlere karşı olduğunu biliyorduk. Kolombiya, Kosta Rika,
Küba, Jameika, Nikaragua ve Panama’da da, büyük plantasyonları vardı.
Arbenz’in bizlere de örnek olup, kafalarımıza fikirler sokmasına izin
vermezlerdi.
United Fruit, Birleşik Devletler’de ‘Amerikan kamuoyunu ve kongresini
Arbenz’in bir Rus komplosunun parçası olduğuna ve Guatemala’nın da bir
Sovyet uydusu olduğuna inandırma’ya yönelik büyük bir halkla ilişkiler
kampanyası başlattı. 1954’de CIA bir darbe tezgahladı. Amerikan
pilotları Guatemala şehrini bombaladılar ve demokratik olarak seçilmiş Arbenz devrilerek, yerine acımasız bir muhafazakar olanCarlos Castillo Armas geldi.
Yeni hükümet, her şeyini United Fruit’e borçlu idi. Teşekkür olarak
hükümet toprak reformu sürecini tersine çevirdi. Yabancı yatırımcılara
ödenen faiz ve temettülere uygulanan vergiyi iptal etti, gizli oylamayı
kaldırdı ve binlerce rejim aleyhtarını hapse attırdı. Guatemala’nın
başına bela olan şiddet ve terörizm United Fruit, CIA ve diktatörün
emrindeki Guatemala ordusu arasındaki açık ittifaka bağlıdır” (50).
1960 yılında başlayan iç kargaşa 1966 yılına kadar devam etti; bu süre içerisinde 200 bin insan iç savaşta öldü.
Guatemala maden rezervleri açısından dünyanın en büyük kaynaklarına
sahip ülkeler arasında yer almaktadır. 1966 yılında imzalanan barış
antlaşmasından sonra gelen iktidarın ilk aldığı karar, yabancı maden firmalarına topraklarında maden arayıp çıkarma izni vermek oldu.
16.yüzyılın başında ülkeye altın aramak için gelen İspanyol
işgalcilerden beri Guatemala’nın zengin maden yatakları başta altın
olmak üzere global maden firmalarının iştahını kabartmaktadır
Bu ülkede çıkarılan madenlerin yıllık değeri 41 milyar dolar
civarındadır; bu rakam resmi kayıtlara yansıyan rakamdır. Global
firmaların bu rakamları her zaman değerinden az gösterme eğilimde
oldukları dikkate alındığında bu kaynakların boyutu daha iyi
anlaşılacaktır.
"… Maden şirketleri, kazanç olarak ellerine geçen her 100 dolardan
geriye, yani ülkeye 1 dolar bırakmaktalar. Başka bir deyişle, utanılacak
bir yasadan, bozguncu bir yasadan, her şeyini peşkeş çeken hükümetlere
layık bir kanundan bahsediyoruz. Üstüne üstelik, bu verdikleri % 1 de
yarıya bölünmektedir. Etkilenen yerel halka % 0.5 veriliyor, öteki % 0.5 de devlete gidiyor” (51).
g– SUUDİ ARABİSTAN
1974’de sona eren petrol ambargosunun hemen arkasından “Washington,
Suudiler ile müzakerelere başlayarak, onlara petro–dolarlar ve en
önemlisi ‘bir daha petrol ambargosu olmayacağı’na dair güvenceleri
karşılığında; teknik destek, askeri teçhizat, eğitim ve ülkelerini 20.
yüzyıla taşımak için bir fırsat önerdiler. Müzakereler olağandışı bir
kuruluşun yaratılmasına neden oldu. Birleşik Devletler–Suudi Arabistan
ortak ekonomik komisyonu JECOR olarak bilinen bu kuruluş, geleneksel dış
yardım programlarının tam tersine, yepyeni bir kavramı içeriyordu: Suudi Arabistan’ı imar edecek Amerikan şirketlerinin tutulması için Suudi parasını kullanmak.
"…İşim, altyapısı için büyük miktarda paralar harcanırsa, Suudi
Arabistan’da neler olabileceğine dair tahminler oluşturmak ve o parayı
sarf etmek için senaryolar yaratmaktı.
ABD tarafından, mühendislik ve inşaat şirketlerini de içerecek şartlar
altında, Suudi Arabistan ekonomisine yüzlerce milyon dolar aşılamayı
haklı çıkartmak için yaratıcılığımı sonuna kadar kullanmam isteniyordu.
… Ham petrolü, ihraç edilebilir mamul ürüne çevirmeye odaklı bir
endüstriyel sektör yaratmak için para tahsis edilecekti. Çölün ortasında
büyük petro–kimya tesisleri ve onların etrafında da devasa sanayi
tesisleri yükselecekti. Doğal olarak böyle bir plan yüzlerce megawatlık
elektrik üretim kapasitesinin, enerji nakil ve dağıtım hatlarının,
otoyolların, boru hatlarının... bir dizi hizmet endüstrisinin ve tüm çarkların dönmesi için elzem olan altyapının da inşasını gerektirecekti.
… Gerçek hedefler ise hep aklımda idi. ABD şirketlerine yapılacak
ödemeyi azami dereceye çıkartıp, Suudi Arabistan’ı Birleşik Devletlere
giderek daha bağımlı hale getirmek...
Yeni geliştirilecek projelerin hemen hepsinin sürekli güncelleme ve
bakım ihtiyaçları olacaktı. Bunları ancak o projeleri geliştiren
firmalar karşılayabileceklerdi” (52).
Bu projenin uygulanabilmesi için ABD’nin Suudilerden istediği bir şart vardı.
“Suudi Arabistan petro–dolarlarını ABD devlet tahvili almak için
kullanacak, karşılığında ise bu tahvillerden elde edilecek faiz
gelirleri ABD Hazine Bakanlığı’nca Suudi Arabistan’ın bir ortaçağ
toplumu olmaktan çıkıp, modern ve sanayileşmiş dünyaya adım atmasını
sağlamaya yönelik olarak kullanılacaktı.
… Bu sistem, Suudi parasının Amerikan ekonomisine geri dönmesini garanti ediyordu.
… Bu anlaşmaların neticesinde Suudilerin bazı uluslararası hukuka aykırı
hareketleri de ABD tarafından gözardı edilmekte idi: “Suudilerin
uluslararası terörizmi finanse etmede oynamasına izin verilen roldü.
Birleşik Devletlerin 1980’lerde, Usame bin Ladin’in Sovyetler Birliği’ne
karşı yürüttüğü Afgan savaşını Suud ailesinin finanse etmesini istemesi
gizli bir şey olmadığı gibi, Riyad ve Washington, birlikte mücahitlere yaklaşık 3,5 milyar dolar vermişlerdi” (53).
11 Eylül saldırılarının ardından, “Ekim 2003’de Vanity Fair dergisi ise
‘Suudileri Kurtarmak’ başlıklı ayrıntılı raporda şunları yazıyordu:
Bush ailesi ile Suudi hanedanı ve Bin Ladin ailesi arasındaki ilişkiler
hakkında ortaya çıkan öykü beni şaşırtmadı. Bu ilişkilerin en azından,
1974’de başlayan Suudi Arabistan para aklama olayına, Bush’un, ABD’nin
Birleşmiş Milletler elçisi olduğu zamana ve sonra da CIA Başkanı olduğu
döneme kadar gittiğini biliyordum.
11 Eylül’den sadece günler sonra, Bin Ladin ailesi üyeleri dahil, bazı
zengin Suudiler özel jetlerle ABD dışına çıkartıldılar. Kimse bu
uçuşların yetkilendirilmesini üstlenmiyordu ve yolcular sorgulanmadı” (54).
h– IRAK
“1980’lerde Bağdat’taki ET varlığı çok güçlü idi… Irak, Amerikan
teknolojisi ve mühendislik becerileri açısından devasa bir pazar idi.
Dünyanın en büyük petrol sahalarından birinin üstünde olduğu gerçeği,
çok büyük altyapı ve endüstrileşme programlarını finanse edecek durumda
olduğunu garanti ediyordu. Mühendislik ve inşaat firmaları, bilgisayar
sistemleri sağlayıcıları vs. Irak’a odaklanmıştı.
Ancak 1980’lerin sonunda, Saddam’ın ET senaryosunuyutmadığı ortaya çıktı.
Panama gibi Irak da, Bush’un kişiliksiz imajına katkıda bulunmuştu.
Saddam, onun ekmeğine yağ sürerek 1990 Ağustos ayında petrol zengini
Kuveyt şeyhliğini istila etti.
Bush kendisinin de Panama’yı yasadışı ve tek taraflı olarak işgalinin
üzerinden 1 seneden az bir süre geçmiş olmasına rağmen, Saddam’ı
uluslararası hukuku ihlal etmekle suçlayarak karşılık verdi.
… Son tahlilde bu sadece Bileşik Devletler ile ilgili değildi. Küresel
imparatorluk tam adı gibi olmuştu. Tüm sınırları aşıyordu. Demokrasi,
sosyalizm ve kapitalizm gibi kelimelerin artık modası geçmeye başladı.
Şirketokrasi bir gerçek olmuştu ve giderek dünya ekonomisi ve
politikasında kendini en büyük etken olarak öne çıkartıyordu” (55).
"Dünya, standart para birimi olarak doları kabul etmeye devam ettiği
sürece, bu aşırı borç, şirketokrasi için ciddi bir engel oluşturmaz.
Ancak başka bir para birimi gelip de doların yerini almaya kalkacak
olursa ve Birleşik Devletlerin alacaklılarından bazıları, alacaklarını
istemeye karar verirlerse, bu durum radikal olarak değişir” (56).
28– Bkz. www.imf.org /external/pubs/ft/ 2006/02/pdf
29– Bkz. Nurdoğan Taçalan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken– Hasan Tahsin, Aksoy Yay.
30– Mustafa Çınkı, Rant Lordları, s. 419
31– Bülent Bilmezcan, Demiryolundan Petrole Chester Projesi, Tarih Vakfı Yurt Yay.
32– John Perkins, Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları, s. 44
33– J. Perkins, age., s. 5
34– J. Perkins, age., s. 43
35– J. Perkins, age., s. 17–18
36– John Perkins, age., s. 21–22
37– Mustafa Çınkı, www.kemalist.org
38– J. Perkins, age., s. 52
39– J. Perkins, age., s. 69–90
35– J. Perkins, age., s. 17–18
36– John Perkins, age., s. 21–22
40– J. Perkins, age., s. 18
41– J. Perkins, age., s. 19–20
42– J. Perkins, age., s. 223
43– J. Perkins, age., s. 96–100
44– J. Perkins, age., s. 160
45– J. Perkins, age., s. 223–246
46– Nalca, cilt 39, sayı 4, Ocak–Şubat 2006
47– Green Left Weekly’den, Venezüella: ABD Devrime Saldırıyor –Stuart Munckton, 24 Şubat 2006
48– J. Perkins, age., s. 20
49– J. Perkins, age., s. 281
50– J. Perkins, age., s. 115–116
51– Bkz. Guatemala’da Altına Çok Uluslu Hücum, B. Witte – 05 Temmuz 2005, Nalca Report on the Americas. 2005 Temmuz–Ağustos; www. nacla.org/art_display. php?art=2574
52– J. Perkins, age., s. 129–134
55– J. Perkins, age., s. 256–259
56– J. Perkins, age., s. 295–296
53– J. Perkins, age., s. 138–145
54– J. Perkins, age., s. 146–147